Güncel yazılarla bölüneceği için bu dizinin çok uzayacağını söylemiştim, fakat araya -yerel seçimler nedeniyle- hiç bu kadar yazı girmemişti; düşünün ki son bölümün üzerinden (18 Mart) bir aydan fazla bir zaman geçmiş.
İşte bu nedenle bu bölüme dizinin kaynağını ve amacını hatırlatarak başlamak iyi olacak…
2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini olgular üzerinden anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca, doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki, kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide yer alan bir değerlendirme düşüncemi değiştirdi; kitabı, özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim. Bu dizide, evet, geçmiş yılları hatırlatıyorum fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu hatırlatmak için deşiyorum. (Not. Bu konuda daha fazla bilgi için yazının sonundaki ‘Sabitlenmiş Sunum’a göz atabilirsiniz.)
Geçmiş bölümlerde AK Parti iktidarının başlangıç yıllarını kapsayan “irtica” ve “misyonerlik” konulu iki büyük kampanyadan söz etmiştim. Bu kampanyalardan amaç, son darbeyi indirmesi beklenen ‘kurumlar’ adına zemini yumuşatmaktı. Bu amaç en veciz ifadesini emekli general Doğu Silahçıoğlu’nun 3 Şubat 2008’de Cumhuriyet‘te yayımlanan makalesinde bulmuştu:
“Laik Cumhuriyeti savunmaya kararlı her yurttaş, hükümetin antidemokratik uygulamaları karşısında, toplumsal tepkisini olanca gücüyle ortaya koymalı; anayasal kurum ve kuruluşların da desteğinde, halkın geniş katılımıyla bir ‘ulusal cephe’ oluşturulmalı ve AKP hükümeti en kısa sürede iktidardan uzaklaştırılmalıdır! (…) Atatürk Cumhuriyetini savunan ‘ulusal cephe’nin tüm yandaşları meydanları doldurmalı; milyonlar nereye gerekiyorsa oraya yığılmalı, nereye gerekiyorsa oraya çıkarılmalıdır. (…) [Hedef] sonunda hükümeti yönetimden çekilmeye mecbur etmektir.”
Geçmiş bölümlerde “irtica” kampanyasından söz etmeye başlamıştım. Bu bölümde, bu temanın devamı olarak ‘2007’ başlıklı yayımlanmamış kitapta yaklaşık 200 sayfalık bir hacmi kapsayan kampanyadan, sadece ‘türban yasağı’yla ilgili birkaç traji-komik enstantane aktarmakla yetineceğim, aksi takdirde bu dizi çok uzayacak.
Sonraki bölümde ‘misyonerlik’ kampanyasını hatırlatacak, 10. bölümle de diziyi bitireceğim.
Parantez: “Son iki yazınızla bu dizi çelişmiyor mu” eleştirilerine cevap
2007 kitabından bölümler aktarmaya geçmeden önce bazı okurlardan gelen bir eleştiriye kısaca cevap vermek istiyorum. Eleştiri özetle şöyle: Diziyi “laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu hatırlatmak” için yazdığınızı söylüyorsunuz, fakat son iki yazınızda “laik-seküler kesimlerin direnişi olmasaydı otoriterlik daha da sertleşirdi, Türkiye Putinleşirdi” diyorsunuz… Hangisi? Laik-seküler kesimler bugünlere gelişin sorumlusu mu, otoriterliğin daha da sertleşmesinin önündeki engel mi?
Cevap olarak “gerçekliğin cilveleri” diyeceğim kısaca…
İkisi de: Laik-seküler muhalefet, AK Parti’nin bir zamanlar -bugünkünün tersine- bir koalisyon tarafından yönetildiğini idrak edip başlangıçtaki bugünküyle kıyaslanmayacak kadar olumlu çizgisine karşı düşmanca bir tutum geliştirmeseydi, iktidar farklı bir yöne gidebilirdi. Bu anlamda, evet, laik-seküler muhalefetin bugünlere gelişte, Erdoğan’ın AK Parti’yi tek adam partisi haline getirmesinde ciddi bir payı var. (Erdoğan’la birlikte AK Parti’yi kuranların yüzde 5’inin bile bugün orada olmadığı ve çoğunun açık muhalefet çizgisini benimsemiş olmaları, aslında ne çok şey anlatıyor.)
Öte yandan, evet, bu düşmanca muhalefetin de ‘yardımıyla’ Erdoğan giderek sertleşen bir otoriterliğe yöneldikten sonra, laik-seküler kesimlerin kararlı muhalefeti otoriterliğin daha da sertleşmesinin önündeki en ciddi engel oldu.
Dediğim gibi: Gerçekliğin cilveleri…
***
‘2007’ kitabı: Sekizinci bölüm
(Yukarıda da dediğim gibi, bu bölümde ‘irtica’ korkusu üzerinden yürütülen muhalefeti, ayrıntılara girmeksizin, ‘türban yasağı’ çerçevesinde üretilen birkaç traji-komik enstantane üzerinden hatırlatmakla yetiniyorum.)
“Lütfen ülkenin huzuru için türbanlarınızı çıkartınız…”
2003 Nisan’ında çeşitli köşe yazarları köşelerinden “türbanlılarla” gıyaplarında konuşmuş, onları güzellikle ve tabii ki “çağdaşlık adına” türbanlarını terk etmeye çağırmışlardı.
Bu yöndeki ilk “rica”, Habertürk gazetesi yazarı, eski diplomat Yalım Eralp’ten geldi. Eralp’in “Rica ediyorum türbanlarınızı çıkarınız, memlekete huzur getiriniz” talebini 22 Nisan tarihli yazısıyla Vatan gazetesi başyazarı Güngör Mengi devraldı.
Aslında ricanın sahibi emekli general Nevzat Bölügiray’dı. Mengi, Bölügiray’ın Türban Savaşı başlıklı kitabında yer alan bir fikirden yola çıkmış, şöyle yazmıştı:
“Bölügiray nasıl ‘Kürt gerçeği’ kabul edildiyse ‘Türban gerçeği’nin de kabul edileceğini öngörüyor. Ne zaman? ‘Türban bir din sömürü aracı ve İslamcı partilerin simgesi olma durumundan çıktığı ve irtica tehdidi en alt düzeye indiği zaman…’ Peki o günü erkene almanın çaresi nedir? ‘Erdoğan, Gül, Arınç gibi üst düzeydeki yöneticilerin eşleri, zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişeceği içtihatlarına uyarak başlarını açsalar, peruk ya da şapka taksalar, çağdaş bir değişim, gelişim ve atılımda topluma öncülük yapsalar sanırım artık hiç kimse ne AKP’nin takıyyesinden ne de tehlikesinden söz edebilir.. Türkiye için bunu yaparlar mı?’ Olmayacak dua gibi görünse bile biz bu duaya gönülden amin deriz!”
25 Nisan’da bu kez Hürriyet yazarı Bekir Coşkun girdi devreye… O da “’Mademki sorun çıkıyor, ülkemin huzuru için başımı açarım’ diyemeyen kadınlar”dan yana dertliydi… Neden böyle yaptıklarını anlayamıyor, canı sıkılıyordu:
“Meclis Başkanı’nın şovları dışında AKP’lilerin eşleri zaten evlere kapalı, sessiz ve yokmuş gibiler. Benim canım buna sıkılır… Zaman zaman medyada silüetleri gözüken, törenlerde arka sıralara oturtulan, medyadan ödü patlayan, ne yapacaklarını şaşırmış, konuşmaları yasak, yokmuş gibi kadınlar… Onlar elbette saygıdeğerler… Onlar birer anne… Bir yuvanın yapanı, acılı günlerde ağlayan, iyi günlerde mutluluğunu belli edemeyen, utangaç… Üstelik toplumun yüzde yetmiş beşi tarafından eleştirilen-suçlanan, bir ideolojinin tutsağı olmuş… İşte; ‘Mademki sorun çıkıyor, ülkemin huzuru için başımı açarım’ diyemeyen kadınlar… Canım buna sıkılır benim… Var ama, sanki yokmuş gibi kadınlar…”
Ama en güzel ‘fikir’ anayasa profesörü ve Akşam gazetesi yazarı Coşkun Kırca’dan gelmişti. Kırca, “Türbanda ısrar” başlıklı yazısında, “türbanda ısrar” eden kadınların doğuştan gelen insan haklarına aykırı hareket ettiklerini ve buna haklarının olmadığını söyledi. Kırca, bu çok ilginç tezini şöyle temellendiriyordu yazısında:
“Deniyor ki örtünmesinin derecesini kendi inancına göre tespit edebilmek, yani erkeğinkinden geride kalan bir ahlaki ve hukuki statüyü seçebilmek Müslüman kadına ait bir hürriyettir! Oysa, Türk Medeni Kanunu’nda da yer alan hukukun genel ilkelerinden birine göre, ister erkek, ister kadın olsun kişi, diğer insanlara eşit bir hukuk öznesi olma hakkından vazgeçemez. Kadının, kendi iradesiyle de olsa, erkekten daha fazla örtünme zorunluluğunu kabul etme hürriyeti bu sebepten ötürü yoktur. Çünkü, hürriyet, hürriyeti yok etmek ya da kendi özünü ortadan kaldıracak kadar kayıtlamak için kullanılamaz. Aksi halde, insan hakları kavramı vahim biçimde ihlal edilmiş olur.”
Bu arada bazı yazarlar “irticanın sembolü türban”la kafayı o kadar bozmuşlardı ki, “çağdaşlığı” türban takıp takmamaya indirgemişlerdi… Onlara göre, başı örtülü bir kadın, kafasının içinde ne olduğuna bakılmaksızın “çağdışı” bir kadındı… Buna karşılık “türbansız” bir kadın, kafasının içinde ne olursa olsun, otomatik olarak “çağdaş” hale geliyordu.
Kafası böyle işleyen birinin, “türbanı atıp” mayosuyla denize koşan bir kadın karşısında derin bir çağdaşlık coşkusuna kapılmasından daha doğal ne olabilir? O günlerde Cumhuriyet‘te bir köşe yazarı okurlarıyla böyle bir coşkulu ânı paylaşmıştı:
“Geçen yıl İzmir Çeşme’de Tufan Eren, yaşlı annesine evde yardımcı olması için yatılı bir kadın buluyor. Başında türbanıyla gelen 50 yaşlarındaki kadın, evde Cumhuriyet gazetesi okunduğunu görünce, ‘Burası güvenilir bir ev, kalabilirim’ diyor. Sonraki günlerde kadın, akşamları işi bittiğinde Cumhuriyet’i okumaya başlıyor. Ve bu yaz, başındaki türbanı çıkartıyor. Kendine bir şapka ve mayo alıp denize girmeye başlıyor…” (Deniz Som, 29 Ağustos 2003).
Sonraki yazı: ‘Kurumlar’ın beklenen darbesi için zemin yumuşatma operasyonunun ikinci ayağı: Misyoner tehlikesi.
——————————
SABİTLENMİŞ SUNUM
“Laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğu” başlıklı bu dizi çok uzun sürecek, çünkü aşağıda okuyacağınız gibi 10 yıl önce kaleme alınıp yayımlanmayan bir kitabın yeni ilavelerle tefrika edilmiş hali bu…
Dizi arasına zaman zaman güncel yazılar da girecek, dolayısıyla diziyle ilk kez karşılaşacak olanların “nereden çıktı bu” dememesi ve önceki bölümlerle bağlantısını kurması için böyle bir “sabitlenmiş sunum”u gerekli gördüm. Bu sunum her bölümün sonunda tekrar edecek.
***
Demokratlık ve liberallik Türkiye’de ne zamandır küfür terimi olarak tedavülde… Küfrü daha da okkalı kılmak için onlara kestirmeden “yetmez ama evet”çi deniyor. Bu damganın ne kadar işlevsel olduğu, yeni bir TV dizisinde yer alan “O vatan haini ‘yetmez ama evet’çi içerde mi” repliği etrafında sosyal madyada düzenlenen şenlik üzerinden bir kez daha ortaya çıktı.
“Yetmez ama evet”çilere karşı yıllardır sürdürülen saldırganlık, futbol kulübü yöneticilerinin kendi başarısızlıklarının faturasını hakemlere yıkmasına çok benziyor. Aynı onun gibi, seçimle gelmiş bir iktidarı başta TSK olmak üzere ‘kurumlar’ üzerinden hal’etmeye girişerek Türkiye’yi feci bir otoriterliğe sürüklemede oynadıkları rolü görünmez kılmak isteyenler, faturayı “yetmez ama evet”çi dedikleri demokratlara ve liberallere ciro etmek için yıllardır -kabul edelim- başarılı bir performans sergiliyor.
AK Parti demokratların ve liberallerin başlangıç yıllarında kendisine açtığı krediden muhakkak ki faydalandı, fakat onun katbekat fazlasını kendisini ‘iç düşman’ olarak kodlayan modern-laik kesimlerin husumetinden türettiği mağduriyet algısından elde etti; ne var ki demokratlar ve liberaller bitmez tükenmez bir “sizin yüzünüzden” saldırısına maruz kalırken meselenin bu yanı yokmuş gibi davranıldı.
2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi. Ve aradan 10 yıl geçtikten sonra, Etyen Mahçupyan’ın Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşide (Serbestiyet, 15 Aralık 2023) yer alan şu iki paragraf düşüncemi değiştirdi.
“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”
(…)
“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru, Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”
İşte bu iki paragrafı okuduktan sonra, 2013’te yayımlamadığım kitabı özetleyerek ama bazı ilaveler de yaparak Serbestiyet’te tefrika etmeye karar verdim.
Bu dizide geçmiş yılları hatırlatıyorum, fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu, ‘kabahatlerini’ hatırlatmak için deşiyorum.